eskici tezgahından aldığım
karakaplı defterin ilk sayfasında
devrik harflerle şöyle yazılmıştı;
� kendine bile meçhul bir adamım ben��
ve sonra şöyle devam etmişti satırlar;
hayır...
alışamadım hala,
ihanetler ağır geliyor.
ağır geliyor dost bellediklerimin diri diri mezara gömüşleri beni
lime lime çürürken
beni ben eden, bende ne varsa
inançlarım,
alay edercesine inançsızlıklarımla raks ediyor
önce beynim,
sonra yüreğim yabancılaşıyor bana
beni ilk terk edense; umutlarım�
kendimle hesaplaşacağım anı bekliyorum ama
sorgu melekleri gelmedi daha
yaşarken kendimi işe yaramaz biri olduğuma inandırmaya çalışmakla geçiyor
yalnız dakikalarım�
ama dakikalar,
bana kalan şu küçük zaman diliminde
kalbim ve beynim arasındaki upuzun yolu geçebilmeme yetmiyor�
nerden aktığı belli olmayan bir kan var dudağımda
ve dudağımda nerden gelip konmuşsa bir kuşun gözyaşı!
şimdi tüm bunların benimle işi ne?
yoksa şahitlik etmek için mi buradalar
yeniden dirilişime�
dışarısı günlük mü?
yoksa gece mi
sonbahar yağmurları yağıyor mu hala?
nedense üşüyorum
ama soğuk değil
var mıdır haberi halimden sevdiklerimin
ya göz yaşı döken kimse
var mıdır ardımdan?
ya inandıklarım
inandığım ve uğruna tükenişi yeğlediğim onca şey?
onca şey sahipsiz ve öksüz mü kalacaklar şimdi?
güzel günler görmek artık imkansız mı yurdum insanlarına?
biliyorum
ben hiç bir şeydim
ve hep
hiç olmayı yeğledim
inandıklarımın
ve umut ettiklerimin bir gün var olabilmesi adına�
yine de böyle mi olmalıydı?
onca yaşanan
hiç olarak mı kalmalıydı?
oysa ben
savaş meydanlarında tükenmek isterdim
ve son nefesi
zafere giden yolda
bir tebesümle vermeliydim...
dost ellerden
bedenime saplanmış hançerlerin
ihanet zehiriyle değil�
diyerek bitiyordu ilk sayfa�