40 Yazardan Hayali ‘Aşk' Mektupları...
Seni ilk gördüğümde cılız bir portakal ağacının dibindeki çitlerin önünde durmuş, kış ortasında yeşeren kırların uzantısındaki denizin suskun canlılarıyla konuşuyordun sanki. Küçük bir kıpırtı, usul bir dokunuş gelecekte defalarca hatırlayacağım o kımıltısız, yosun kokulu ânı parçalayabilirdi. İlk bakışta sarsılan ruhumun heyecanı hiç solmadı. Saçlarının henüz kırlaşmamış, yüz hatlarının yeterince derinleşmemiş olmasına üzülmüştüm. Daha ilk konuşmamızda bunu sebepleriyle itiraf ettiğimde söylediklerimi çocukça bulmuş, alaycı kahkahalarını dizginleyememiştin. Beni ciddiye almadığını belli eden kibirli bakışlarını yakaladığım o kısacık an, zamanı kendiliğinden soyan bu masalın sadece başlangıcıydı. Hâlâ o basit cümle içimde modası geçmiş bir şarkı gibi tınlıyor: 'Bir ilişki ona hükmeden duyguların zaferiyle başlar ve sonuna kadar öyle devam eder, bu dengeyi istesek de bozamayız.”
Vaktiyle okyanus laciverdi gibi parlayan saçların şimdilerde hepten beyaza kesmiş, fotoğraflarına bakarken 'işte şimdi tam istediğim gibi oldu” deyip mutsuz ama huzurlu bir teslimiyetle gülümsüyorum.
Sıradan alışkanlıkların hazzını bile kibarca yasaklayan bir ‘faşiste' isim takmak eğlenceliydi tabii. 'Yabancı” dedim sana, o andan itibaren aynı zamanda soğuk bir kelimeydin sen... Kolayca tüketilen süslü anlaşmaların çekiciliğine kapılmayacak kadar vahşi olduğumu biliyorsun. Buna benzer sayıklamalarla dolu küçük ‘müstehcen' notları, kederli mektupları, komik kartları, bazen eski bir paltonun cebine, bazen çoktan unuttuğun bir kitabın arasına, bazen de hiç bulamayacağın bir yere sıkıştırmak ‘yasaklardan' biri değildi. Ama onları okuyup okumadığını bile hiç bilemeyeceğim; anlamıyormuş, hissetmiyormuş, yokmuş ve hiç olmayacakmış gibi davranmak senin hayatta kalma yöntemindi çünkü. Bu da kaderden uzaklaşmak değil mi, sen kimin hayatını yaşıyorsun?
Burnumun kızardığını göremeyeceksin...
Biliyor musun, ben ölünce en çok sensizken neye benzediğimi anlamayacak olmana üzüleceğim galiba. İnsan ölünce üzülmeyi nasıl becerir bilmiyorum ama ben onun da çaresini bulurum mutlaka. Sadece senin seveceğine emin olduğum uyduruk bir filmdeki incelikli konuşmaları duymanı istediğimde, hırçınlığına pek yakışmayan yumuşak sesinle mırıldandığın şiirlerden çağırdığım mısraları sokak ortasında meczuplar gibi bağıra çağıra okurken, benden daha çok kıskanıp sahiplenmek isteyeceğin sihirli bir cümleyle karşılaşınca ve bunu kimselere söyleyemediğimde burnumun mahcup bir kız gibi kızardığını hiç göremeyeceksin.
Köhne bir otel odasında ürperip boynumun altına soktuğun uyuyan çocuk yüzünü hatırladığımda, sabah ayazıyla kanatları sızlayan kırlangıçlara seni anlatıp öfkemi hiç unutmadan nasıl dindirdiğimi bilemeyeceksin. Baharda odanı taze çimen gibi kokutan mimozaların minik sarı çiçeklerini avuçlarımda şefkatle ezerken, akşam ezanlarının okunduğu alacalı saatlerde yüzümü yere eğip sakın benden önce ölme, diye dua ettiğimde, gece yarısı buzdolabını açıp en çok sevdiğin isli peynirlere tuhaf sözcükler fısıldarken aklını sevgiyle koruyan bir delinin yüzünü ödünç alıyorum, sen o buğulu halimi hayal bile edemeyeceksin.
Hem nereden bileceksin ki, sen yokluğunu sana çaresizce tutunan kadınlarla çoğaltabilen zengin bir koleksiyoncusun. Bense zamanın hiç geçmediğini yolda bulduğu eski taşların hikâyeleriyle unutmayan çalışan bir uyurgezer...
Kara mizah ve keder...
Tahmin edebileceğiniz gibi yukarıdaki mektubun –yer nedeniyle sadece başlangıcını- ‘uydurulmuş' yazar mektuplarına küçük bir katkı olsun diye yazdım ve doğrusu eğlendim ama yazarları okurken daha çok eğlendim. Kitabın önemli içeriğini hafifleten, Üç harfli Kelime, Aşk başlığına rağmen kapaktaki yazar isimlerine takılıp biraz karıştırınca aradığım kitabı bulduğumu anladım. (Yeri gelmişken, buralarda aşağılama yöntemi olarak kullanılan ‘aşk romanları', ‘aşk yazarları', ‘aşk şairleri' türünden bayağılıklardan nefret ettiğimi söylemeliyim. Özellikle de bunu yapan gazetecilerin aşkı tek bir duygudan ibaret sanma ve tek bir kelimeye hapsetme sığlığını da acıklı buluyorum.)
Kitapta Türk okurların henüz tanışmadığı yazarlarla birlikte kitapları pek çok dile çevrilmiş meşhurlar da var. Ursula K. Le Guin, Jeanette Winterson, Margaret Atwood, Douglas Coupland, A. L. Kennedy, Leonard Cohen, Neil Gaiman gibi isimler özellikle bu proje için hayali mektuplar yazmışlar.
Kitabı yayına hazırlayan Rosalind Porter, 40 yazardan ölüm döşeğindeki ‘aşk mektubu' geleneğini canlandırmalarını istemiş. Editör, 'her mektup bir kişiye (veya bir nesneye) yazılmalıydı, elimize büyük bir kolaj geçti. Yirmi birinci yüzyılda aşkın nasıl olduğuna dair yöntemler ve ruh hallerinden oluşan bir resim çıktı ortaya. Özellikle engellemedik ama aşırı romantizm bulamayacaksınız burada. Hatırı sayılır derecede gülmece, epey bir kara mizah ve dağlar kadar keder var” diyor ve ekliyor, 'Bazı mektuplardaki karanlığın koyuluğu bizi şaşırtmasa da, çoğu yazarın aşkı yokluk, reddedilme veya ölümle evrilen bir duygu olarak görmesine hayret ettik biraz”. Halbuki ben hiç hayret etmedim, hatta çoğunu okuduktan sonra, eğer söylendiği gibi ‘aşk mektubu' diye bir şey varsa tam da bu saydıklarından beslenir, diye düşündüm.
Yazarlar ‘aşk mektubu' yazar mı
Kitapçılarda dolaşırken siz de görüyorsunuzdur. 'Yazarların büyük aşk mektupları” başlıklı ‘harikulade' kitaplar da dolaşıyor ortalıkta. Şeytanca gülüyorum onları görünce. Yazarlar eğer bir gün kitap olsun diye mektup yazarlarsa, aşklarından ziyade yazdıklarını ciddiye alırlar çünkü. Ben edebî bir tür olarak ‘mektubu' çok severim, önemserim ama Kafka, Bachmann, Cibran, Rilke, Beauvoir, Balzac gibi bazı çarpıcı istisnalar dışında yazarların ‘aşk' mektuplarının çok edebî bulduğumu söyleyemem. Bu da çok doğal, eğer yazılan mektuplar, alıcısı kadar önemseniyorsa mutlaka tarihte yerini buluyor, aksi takdirde gündelik sıkıntıların diline mahkûm olup unutuluyor veya güçlü edebiyatlarının gölgesinde kalıyor. Dolayısıyla editörlerin farklı yazarları kurmaca aşk mektuplarıyla buluşturma fikrini sevdim gerçekten.
Okuduklarımın hepsinden aynı derecede etkilenmedim. Ama teknoloji çağındaki mektupların çaresizliğini kara mizahla anlatanlara güldüm. Orange ödüllü Shriver'in bir kadının diliyle yazdığı mektup sahiden eğlenceliydi. Fazla düşünmeden içini elektrikli mektuplara boşaltıp düğmeye bastığı anda pişman olan ‘modern kadının' düştüğü gülünç durumlar bu yüzyılda yaşayan herekse çok tanıdık gelecek herhalde. İngiltere'nin ünlü romancılarından Jeannate Winterson'un anların fotoğraflarını çeken mektubu biraz iç burkucuydu. Çizgi roman yazarlarından Gaiman'ın heykel taklidi yapan bir sokak göstericisinin âşık olduğu kadını ayrıntılarıyla anlatan mektup etkileyiciydi. Leonard Cohen'inki elbette oldukça basit, kısa ve sertti.
Tabiata aşk mektubu...
'Sana nasıl yazabileceğimi bilmiyorum sevgili kocam; çünkü muhtemelen ikimiz de okuma yazma bilmiyoruz” diye başlayan mektubun bilimkurgu yazarı Le Guin'in tarafından yazıldığı anlaşılıyordu. Douglas Coupland'ın aşk bittiğinde ortaya saçılan tehlikeleri, yazarların kitaplarının sonlarını kurgularken düşündükleriyle birleştirdiği mektup, sonradan düşündüren cinstendi.
Ben en çok İskoç yazar James Robertson'un bakışını sevdim. Mektubun kahramanı, soğuk bir şubat günü arabayla yola çıkarken, 'hâlâ uyumakta olan karımı, sonra seni düşünüyorum” diyor ve siz o adamın sıradan cümlelerini okuyunca bir ‘yasak aşk' hikâyesi olduğunu sanıyorsunuz. Bu uzun mektubu yazarın tabiatı aşkla anlatan zarif dili yüzünden okumaya devam ettim ve gördüm ki aslında mektup bir dağa yazılmış. Kelt şairlerden de alıntılar yapan yazar, ‘doruk şehvetini' ve insanın zamanla tabiatın merhametine nasıl bağımlı hale geldiğini anlatıyor.
Ben mektupların da diğer edebî türler gibi varoluşu anlamlı kılmak için ‘yokluğa' yazıldığını düşünüyorum. Kurgu veya gerçek, hakikatinin sırrı alıcısıyla yazan arasında değil bence, okuyanla ona inananlar arasında saklı.
A. Esra Yalazanvar