Ne mecnun nede Leyla görmüştü oysa..
Hiç bir şey iyi gelmiyor battıkça batıyordu. Aklından hiç çıkmayan o düşünce yine taarruza geçmişti. Her zamanki gibi yavan şeyler. Yalanlardan mütevellit, yalanlar içinde kalan bir oyun içinde sevmek fiili ne derece doğru olabilirdi ki? Nasıl inanabilirdi ki, vakit onun için öyle hızlı sarmıştı ki, artık bugünden çok geride, geçmiş bir zaman içinde kalmış dünde yaşlanmak.. dünde yaş'lanmak, bugünde yaş'lanmak.
Henüz hiçbir yıldızı görmemişken gözleri, açık havada yıldız aramak kaçınılmazdı. Daha aşkı görmeden yalanlara inanıp, dolanmakta..
….
Gözünün önünde sürekli yolcu taşıyan şehir hattı, sanki tüm şehri üzerine boca ediyordu. Tüm sahtelik bunun gerçek olması.. saçmalık..
Oysa, düne kadar ne denli istekliydi, elindeki tütünü bırakmaya. Yalnız bırakırsa belki uzun yaşardı. Yaşamak? İstiyor muydu ki?
Yanından her daim boş olan sandalyesini çeken, aşina olduğu adama ‘evet' derken içinden ‘hayır'lar haykırıyordu. Hiçbir zaman, bir kula bile denememiş hayırlar. Hayırsızlıklardan mütevellit dilde hayır denememiş dil, sessiz sessiz hayır diyordu bugün.
Paramparça bir hayatın sonuna doğru bu kadar yakınlaşmışken, kalpsiz bir bedene bu denli alışmışken, kalpsiz bedenlerde asılı kalmışken… ölmek? En kolayıydı hani! Yalnızlık içinde küçük kara bir delikte sığındığını sanarak, saklanarak ölmek.
Sonun paramparça edilen raylar, sonunda yol sonu. Bulanın birleştirmeye cesareti olmayacak bir beden. Ceset.
Sahi ya Tanrı? Bu kadar dağılırken, dağıtırken Tanrı?
Hani o severdi her birimizi?
O günden sonra tanrının günahına vebalimizle girilmişken, şimdi Tanrının adaletinden dem vurmak, tanrı katında ne haddimize. Sıkıştırıldığımız köşelerden abanırken kirli elleri üzerimize, kirletilirken çocukluğumuz, ardımıza genç sıfatı eklenemeden kadın kalmak!
Sonrasında kalpsiz kalmak! Savurmak üzerimize abanan insan denenlere ait tüm hisleri..
Bunca şeyden sonra ‘neden sevmemek' diye sorguya çekmesinler bizi.